Fethullah Gülen Hocaefendi ve Çevre Bağlamında Tüketim Anlayışı Üzerine

Prof. Dr. İsmail Albayrak

Fethullah Gülen Hocaefendi’nin çevre konusuyla ilgili yazıları, sohbetleri ve en önemlisi de hayat pratikleri bir makale ile ele alınacak ve anlatılacak bir mesele değildir. Doğanın Rabbimizin en büyük emaneti olmasından dolayı insanın üstleneceği sorumluluk duygusu Hocaefendinin en sık üzerinde durduğu konular arasındadır. Ona göre, müspet ve menfi farklı potansiyellere sahip insanın ifsat yörüngeli fiillerinin tabiattaki ekolojik dengenin bozulmasına, dolayısıyla pek çok tabii afete davetiye çıkarması kaçınılmazdır. Buna karşı Hocaefendi, imar yörüngeli insanın da kainatı Cenabı Hakk’ın sanatının sergilendiği bir alan (meşher) olarak görmesi ve bu çerçevede hareket ederek canlı cansız her varlığın kıymetini bilen ahlaki bir anlayış geliştireceği hususunda da inancı tamdır. Söz konusu meselelerde farkındalık oluşturmak adına Hocaefendi, dünyanın en kaliteli eğitim hizmeti veren kurumlarının mimarı olarak, bu hususları eğitimin bir parçası yapmak adına ciddi girişimlerin de hem başlatıcısı hem de takipçisi olmuştur. Pratik açıdan da uzun yıllar yaşadığı Kestane Kampının çevre dostu bir mekan olması da onun sadece bir teorisyen değil gerçek bir pratisyen olduğunu da açık bir göstergesidir. Bu makalemizde Hocaefendi’nin çevre bilincinin ayrılmaz bir parçası olan modern dünyanın aşırı tüketim alışkanlıklarını ve israf kültürü eleştirisini ele alacağız. O, israfı sadece maddi bir kayıp değil, aynı zamanda ahlaki ve manevi çöküşün adresi olarak görür. Ona göre, çevreyi korumanın ilk adımı, ölçülü bir hayat tarzı benimsemek ve gereksiz tüketimden kaçınmaktır. Burada sadece merhum Hocamızın İslami ve insani perspektiften tüketim ahlakı ve çevre ilişkisi üzerine yaptığı değerlendirmeler ele alınacaktır.

Hocaefendi’nin bu konuda ilk dikkatelere sunduğu hususların başında çağdaş dönemin tüketim alışkanlıklarının tamamen materyalistik bir çerçevede gerçekleşmesidir. İnsanın ekonomik bir hayvan olarak tanımlandığı bu yaklaşımda Hocaefendi bireylerin makineleştiği, metalaştığı, manasız zevklerin ve alışkanlıkların  esiri haline geldiğine dikkat çekmetkedir.  Bu önemli tespitte Hocaefendi modern insanın mottosunun aslında ‘tüketiyorum, daha çok tüketiyorum o halde varım’ gibi sakat bir felsefeyle sarhoş edildiği kanaatindedir. Var olmayı sadece sahip olmak ve tüketmekle özdeşleştiren bu sığ kültürün Hocaefendiye göre tahripten başka elinde çok fazla seçeneği de yoktur. Çünkü ona göre bu öyle bir kısır döngüdür ki kazandıkça tüketen, tükettikçe kazanma arzu, iştiyakı ve hırsıyla yaşayan insanların mutlu olması mümkün olmadığı gibi başkalarına mutluluk getirmesi de imkan dahilinde değildir. Ahlaki açıdan ise sınırsız kazanma arzusu insanı maddenin kölesi yaparken bu uğurdu onun harcayamayacağı hiç bir ilkesinin olmadığını da göstermektedir. Bu nedenle Hocaefendi, medeni geçinen tüketim sarhoşu toplumların bedevilerden daha bedbaht ve talihsiz olduklarını açık bir şekilde ifade etmektedir. Ölçüsüz tüketim ve ölçüsüz üretim Hocaefendi’nin ahlak anlayışında yeryüzünde Halife olarak yaratılan insanı eşyanın kontrolünde pasif bir tüketiciye, çevre açısından da müfside çevirmektedir. Bu münasebetle Hz. Aişe Annemiz, ‘Resulullah’tan (s.a.s.) sonra ortaya çıkan ilk kötü alışkanlık insanların midelerini tıka basa doyurmaları olmuştur’ buyurmaktadır. Halbuki Hz. Aişe daha önce sahabenin tüketim konusundaki şuurlu ve iradi açlığı tercih ettiğini kaydetmeyi de ihmal etmezdi. Hocaefendi bu konuda ‘Binaenaleyh biz, her türlü görenek ve tiryakiliğe karşı tavır belirlemek ve yığınların hislerini, iştihalarını kabartacak davranışlarından kaçınmak zorundayız. İslâm’ın bu mevzuda da ortaya koyduğu bir denge söz konusudur’ demektedir.

Hocaefendi modern dönem tüketim ahlakıyla ilgili altını çizdiği önemli noktalardan birisi de bozuk para gibi her türlü eşyayı kullanıp insanların atması, uzun vadeli onları kullanacak erdemlerini kaybetmeleridir. Bu çılgınlığı günümüz insanı, en temel teknolojik aletlerden en sade günlük kullanılan eşyalar hakkında da sergilemektedir. Hatta bu konuda pek çok talebesinin şahitliği ve kendi ifadelerinden anlaşıldığı üzere abdest sonrası ya da elini yıkadığı kağıt havluları bile kurutup bir kaç kez kullanacak kadar meseleye derin bir açıdan yaklaşan Hocaefendi’nin yeni nesil israf karşısındaki direnci takdire şayandır. Çünkü o açık bir şekilde israfı herşeyden önce Rabb’e karşı bir saygısızlık olarak değerlendirdiği için bu tür bir Rabbani yolu tercih etmektedir.

Hocaefendi yanlış bir tüketim kültürü ve ahlakının sadece dünyanın ekolojik dengesini değil insanın kendisine ve çevresine yabancılaşacağının da altını çizer. Peygamber Efendimiz’in Hz. Sa’d’ın abdest alırken suyu fazla kullanması karşısındaki tutumu gibi Hocaefendi denizin kenarında da olunsa ihtiyaç fazlası su kullanılmamasının gerekliliğini sık sık vurgular. Ona göre bu çevre duyarlılığı ve farkındalığı aslında sadece samimi bir müslüman olmanın değil, bilakis gerçek manada insan olmanın bir gereğidir. Hayatın kalitesini tükettiklerimizden ziyade neyi ne kadar ve nasıl tükettiğimiz belirlemektedir. Bu bağlamda Hocaefendi şunları söylemektedir: 

Müslüman olarak bizler, her şeyi ağzımıza koyamaz ve her önümüze geleni de yiyemeyiz. Çünkü istihlâk ettiğimiz (tükettiğimiz) şeyleri istihlâk ederken, bununla ruhumuzun gelişmesini, duygularımızın inkişaf etmesini ve zâhir-bâtın hâsselerimizin uhrevî alemler için istidat kazanacağını düşünürüz. Bu itibarla da bize uhrevî hayatımızı kaybettirecek şeylerden şiddetle kaçınır ve onların hem dünyada hem ukbâda doğuracakları zararları mutlaka hesaba katarız.

Görüldüğü üzere Hocaefendinin tüketim anlayışı oldukça zengin ve çok boyutludur. Helal ve haram olgusuna vurgusu, tayyibat (güzel ve temiz şeylerin yenmesi) vb üzerinde durması onun meseleyi bu dünya ile de sınırlandırmadığının açık delilidir. Bu nedenle Hocaefendi’nin konuyla ilgili en önemli anahtar kavramları ‘itadal’ ve ‘istikamet’tir. Sınırı aşmamak adına da Efendimiz’den naklettiği şu mübarek hadis ve kendi izahı bu kavramların ete kemiğe bürünmüş halini göstermektedir: 

Ümmetim hakkında en çok korktuğum şeyler, karın büyüklüğü (göbek bağlamak), çok uyku, tembellik ve yakîn azlığıdır’ gibi hadisleri de konunun diğer yanına işarette bulunmaktadır ki, itidal ve istikamet de ancak bu suretle gerçekleşmektedir. Zannediyorum, “Böylece sizi orta bir ümmet yaptık.” Âyeti buna da işaret etmektedir. 

Özetle Kur’an’da da buyurulduğu üzere saçıp savurmadan, israf etmeden helal dairesinde kalarak tüketmektir. Aksi halde saçıp savuran, ölçüsüz tüketim insanı ancak şeytana kardeş yapar. 

Yukarıda da belirtildiği üzere Hocaefendi’ye göre tüketim ahlakı sadece yemek içmekle sınırlı değildir. Modern hayatın kompleks ve sofistike tabiatından kaynaklanan pek çok yeni semptomlara da dikkat çeken Hocaefendi, küreselleşme şemsiyesi adı altında sosyolojik açıdan giderek homojenleşen toplulukların tüketim ve dolayısıyla da üretimle ilgili ahlaki bir duruş sergileyemediklerinden dolayı kendi kendilerini imha edeceği kanaatindedir. Siber cinselliğin gemi azıya aldığı, kadının metalaştığı, medeniyetin en belirgin ölçüsü olan toplumların yaşlılarına ve engelli insanlara karşı, savunmasız hayvanlara karşı tutumu konusundaki duyarsızlığı söz konusu ahlaki duruşu da olumsuz etkilemektedir. Elmalı’lı Hamdi Yazır’ın da belirttiği gibi ‘bir milletin dini ne ise içtimai vicdanı da odur, içtimai vicdanı ne ise gerçek dini de odur’. Bu bağlamda içten içe tefessüh etmiş bir toplumun sadece içindeki masumlara ve zayıflara değil topyekûn insanlığa, tabiata, ve tüm canlılara meydan okuduğu bir gerçektir. Hocaefendi bu topluluğu Kur’an’dan mülhem ‘mütrefin topluluğu’ olarak adlandırmaktadır. Mütrefîn grubu, bu dünyanın verâsında başka bir hayatın bulunduğunu çok önemsemez. “Geçmiş gelecek masal, hep eğlenmene bak!” (Ömer Hayyam), onlar arasında değişmeyen prensiptir. Başka bir yerde de onları ‘Maddenin Uyuşturduğu Toplum’ olarak tanımlamaktadır. ‘Bana ilişmeyen bin yaşasın’ felsefesinde hayat sürdüren bu tiplerin gelecek nesillere sağlıklı bir çevre bırakma derdi de olamaz. Halbuki insan sadece emanetçidir. Hocaefendi burada zikredilen çağdaş hastalıkların antidotu olarak iki önemli kavramı gündeme getirmektedir: ‘fazilet ve fedakârlık’. Tüketim ve çevre ile ilgisine gelince, bu kavramlar doğrudan infakla ilişkili olduğu için, kendini değil başkalarını düşünen insanların gerçek manada bir tüketim ahlakına ve çevre duyarlılığına sahip olacağını görüyoruz. Çünkü fedakâr ve fazilet sahibi insanlar israftan kaçınırlar. Bu şuurdaki mümin, bir ihsan ve i’tâ (verme) insanıdır. Hocaefendi’nin ifadesiyle sefahat içinde yüzenler medeniyet kuramazlar ama adanmış gönüller kurarlar. Onun tarifiyle belirtecek olursak fazilet potasında yoğrulan insanlar bunu gerçekleştireceklerdir. Çünkü bu yoğrulmuş ruhlar kâinatı manayı harfiyle okurlar ve onların dünyasında her şey Bir’le irtibatlıdır. Bu Bir’den (cc) dolayı da her şey her şeyle ahenkli bir şekilde uyum halindedir. Bu kadar şümullü bir bakış açısına sahip olan fazilet abidelerine de tüm kapılar açılacaktır. Hocaefendi, eğersiz at üzerinde bir medeniyet kuran ve dört asır dünyayı kontrol eden Osmanlı’yı bu konuda enfes bir örnek olarak zikretmektedir. 

Hocaefendi’nin tüketim ahlakı ve çevre duyarlılığıyla ilgili başka bir önemli tespiti de ihtiyaç ile sahip olma arzusu, sınırsız istekler, kâr endeksli bir hayat ve doyumsuzluk arasındaki farkı yazılarında net bir şekilde okura farkettirmesidir. O, tüketimde öncelik konusunu tüm detaylarıyla ele alırken ihtiyaç ile ihtiyaç zannedilen arzular arasındaki nüansları da ikna edici bir şekilde göstermektedir. İnsanın meskene (eve) ihtiyacı aşikardır. Ama bir ev insana yeterken saray yaptırması Hocaefendi’nin nazarında bir tüketim çılgınlığıdır. Bir kişi için inşa edilen bu yapının maddi, manevi, çevre vb olumsuz katkıları izahtan varestedir. Bir başka yerde Hocaefendi şunları söylemektedir:

Meselâ, önce şehevanî hisler tahrik ediliyor. Sonra da Sartre gibi, “İnsanın sonsuz denecek ölçüde arzuları vardır. Onun sonsuz arzularının önüne geçmek onda çeşitli komplikasyonlara sebebiyet verebilir. Dolayısıyla insan, arzularıyla baş başa bırakılmalıdır. Bu onun, ruhî bir bunalıma düşmemesi için şarttır.” diyorlar. Hâlbuki bu marazî ruh hâletini insanımıza aşılayan onlardır. Onun için bugün, inananlarla inanmayanlar, ayrı ayrı dünyaların insanları gibi yaşıyorlar. Birbirlerinin hâlinden ve dilinden anlamıyorlar. Ya biz ya onlar Merih’ten gelmiş gibiyiz. Bazıları öyle kavramlarla karşımıza çıkıyor ki ne hâllerinden ne de yollarından bir şey anlayabiliyoruz.

Konuyla ilgili benzer bir örnek yine Osmanlı’dan verilmektedir. Büyük Umranları Yutan Girdap başlığında Hocaefendi şunları söylemektedir: 

Topkapı’nın sadeliğini bırakıp, Dolmabahçe’nin büyüleyen, uyutan ve felç eden havası içine giren; gidip Mecidiye Kasrı’nda boğulan Osmanlı, işte o zaman Avrupa karşısında mağlup olmuştu. O ne Belgrat’ta ne Viyana’da ne de bir başka meydan muharebesinde değil, o, yaşadığı o muhteşem hayatın gayyalarında yenik düşmüştü.

Hocaefendi konuyu çok yönlü ve geniş bir boyuttan ele almaktadır. Tüketimin sadece basit bir ekonomik faaliyet olmaktan ziyade insanın fiziki dünyası kadar manevi hayatına etkisine kadar mesele hakkında her denklemi hesaba katmıştır. Konunun hem epistemik hem de ontolojik yönünü derinlemesine irdeleyen Hocaefendi’ye göre, ahlaki bir tüketim anlayışı ancak sağlam iradeli yeryüzü mirasçıları tarafından gerçekleştirilecektir. Onlarla ilgili anahtar kavramların başında da fazilet ve fedakarlık gelmektedir. Pek çok konuda ufuk açan yazıları ve sohbetleriyle düşünce dünyamıza yarım asırdır damgasını vuran Hocaefendi’nin tüketim ve çevre ilişkisi üzerindeki düşüncelerinin çok daha geniş ele alınmasında fayda vardır. Biz bu kısa makalede sadece bazı önemli noktalara sosyo-teolojik dikkat çekmekle yetindik.